Netflix Mini Dizisi Adolescence (Ergenlik): Psikanalitik Bir İnceleme

Daha iyi hissetmeye bugün başlayın

Siz de 850 bin mutlu danışanımız gibi hayatınızın kontrolünü elinize alın.

Başlayın

Adolescence (Ergenlik) Dizisi Ne Anlatıyor?

2025 yapımı Netflix mini dizisi Adolescence, görünürde bir cinayetle açılan perdeler ardında çok daha derin, çok daha sarsıcı bir gerçeğin izini sürüyor: Ergenliğin dijital çağda aldığı biçim, çocuklukla yetişkinlik arasına sıkışmış benliğin çözülmesi ve erkekliğin kurucu travmaları.

Dört bölümden oluşan mini dizi, 13 yaşındaki Jamie’nin sabaha karşı sınıf arkadaşı Katie’yi öldürme suçundan gözaltına alınmasıyla başlasa da, asıl suçun failini ya da suçun nerede başladığını bulmak neredeyse olanaksız. Zira bu bir kim yaptı hikayesi değil. Bu, “Kim yaptırtıyor?” sorusunun, toplumun en derin yarıklarında yankılanan cevapsızlığının hikayesi.

Adolescence, yalnızca bir çocuğun adaletle karşı karşıya gelişini anlatmakla kalmıyor; aynı zamanda erkekliğin nasıl kolektif bir öfke biçiminde teşekkül ettiğini, kadına yönelen şiddetin toplumsal yerini, hatta köklerini deşmekten çekinmiyor.

Dizinin ortaya çıkışı, son yıllarda art arda işlenen kadın cinayetlerinin arka planında birleşen erkek gruplarının oluşturduğu karanlık dijital ağlara dair soğuk bir ayna tutuyor. Burada “erkeklik”, bedeni olmayan bir öfkeye, kolektif bir inkar mekanizmasına dönüşürken; kadın bedeni ise bu öfkenin sessiz hedefi, bir tür yokluk mekanına indirgenir. Sorular keskindir: Kim bu çocukları büyütüyor? Kim bu şiddeti örgütlüyor?

Dizinin yaratıcıları Jack Thorne ve Stephen Graham, Adolescence’da yalnızca bir cinayetin ardındaki motivasyonları değil, bu motivasyonları doğuran sosyo-psikolojik atmosferi de mercek altına alıyor. Ergenlik dönemi, dizide bastırılmış arzuların, edilgen şiddet biçimlerinin ve görmezden gelinen ebeveyn sorumluluğunun kolektif bir yansıması olarak ele alınıyor. Jamie’nin hikayesi, internetin artık bir tür “ebeveyn” rolü üstlendiği dijital çağda, çocukların nasıl görünmez bir biçimde şekillendiğini gözler önüne seriyor.

Adolescence Gerçek Bir Hikayeye Mi Dayanıyor?

Adolescence dizisi birebir yaşanmış bir olayı anlatmasa da, ardındaki ilham kaynağı toplumun giderek görünür hale gelen karanlık bir yüzü: şiddete yönelen genç erkekler. Dizinin yaratıcılarından Stephen Graham, bu projeyi şekillendiren şeyin yalnızca tek bir trajedi olmadığını, aksine art arda gelen benzer olayların yarattığı rahatsız edici bir döngü olduğunu söylüyor. Bir söyleşisinde, genç bir çocuğun bir kızı bıçakladığı vakadan duyduğu dehşeti dile getirirken şunları soruyor: “Bir çocuk neden böyle bir şeye başvurur? Onu bu noktaya getiren neydi?” Aynı senaryoların tekrar tekrar yaşanması, Graham ve ekip arkadaşlarını bu meseleyle yüzleşmeye ve izleyiciyi de “Neyi kaçırıyoruz? Nerede yanlış yapıyoruz?” sorularıyla baş başa bırakmaya sevk etmiş.

Toksik Maskülinite Nedir? Dijital Dünyada Erkeklik

Son yıllarda hem sokakta hem de sosyal medyada karşımıza çıkan bir gerçek var: Erkek öfkesi giderek daha örgütlü, daha sistemli bir hal alıyor. Özellikle çevrimiçi mecralarda, "manosphere" kavramı etrafında bir araya gelen genç erkekler, kadınlara yönelik tehditkar ve düşmanca tutumlar geliştiriyor. Bu tutumlar, yalnızca bireysel öfke patlamaları değil; aynı zamanda erkekliğin kriziyle, yer değiştiren duygularla ve görülme arzusu ile iç içe geçmiş bir ruh halini yansıtıyor.

toksik maskülinite adolescence dizisi örnek görseli

1. Incel Kültürü: Reddedilmenin Öfkesi, Arzunun Çöküşü

Incel terimi, kendini cinsel ve romantik anlamda istenmeyen, dışlanmış hisseden erkekleri tanımlıyor. Genellikle düşük özsaygıya sahip, sevgi ve kabul görmemiş erkek çocukları, zamanla bu hayal kırıklığını kadınlara yöneltilmiş öfkeye dönüştürüyor. Incel ideolojisi, kadınları suçlayan, onları kontrol etmeye ya da cezalandırmaya çalışan bir zihniyeti besliyor. Bu alanlarda, kırılganlık kabul edilmiyor; duygular yok sayılıyor ve yerini şiddet çağrısı alan fikirler alıyor.

Andrew Tate gibi hiper-maskülen figürlerin etrafında örgütlenen bu dijital topluluklar, modern çağın "Baba" figürünün karikatürleşmiş halleridir. Erkek çocukları, burada güç ve kontrol vaatleriyle cezbedilirken, kadın düşmanlığı ve manipülasyon teknikleriyle silahlandırılır. Oedipal sahneden çoktan düşmüş bir babanın yerine, TikTok’ta yankılanan sert bir ses, bir erkek öğretisi olarak yerleşir. Bu figürler, arzunun yerine nefreti koyar, aşkın yerine tahakkümü yazar.

Incel kimliği üzerine yapılan araştırmalar, bu erkeklerin yaşadığı ortak duyguları açığa çıkarıyor: reddedilme, yalnızlık, kaygı, depresyon, güvensiz bağlanma ve bekar kalma korkusu. Duygusal olarak desteklenmeyen, kendini ifade edemeyen erkek çocukları, geleneksel erkeklik anlayışı tarafından dışlandıklarında, yüksek riskli çevrimiçi alanlara yönelebiliyor. Bu yalnızlık içinde büyüyen öfke ise hem kendine hem de başkalarına zarar verme potansiyeli taşıyor.

2. Manosphere: Modern Erkek Sığınakları

“Manosphere” olarak adlandırılan dijital topluluklar, kendini dışlanmış ve değersiz hisseden erkeklerin öfke, yalnızlık ve arzu dolu duygularını bir araya getirdiği yeni bir alan olarak görülebilir. Bu alan, modern erkeğin kırılmış benliği için geçici bir sığınak sunar. Erkeklik burada duyarlılıkla değil; güç, kontrol ve üstünlük arzusuyla yeniden tanımlanır. Lacan’ın “Babanın Adı” kavramıyla anlattığı toplumsal sınır ve düzen, bu platformlarda yerini dijital bir topluluk ruhuna bırakır. Erkek, kim olduğunu toplumsal yapıdan değil, aynı acıyı taşıyan diğer erkeklerin yansımalarından öğrenir. Manosphere, bastırılmış arzuların, görülme ihtiyacının ve cinsel rekabetin şekillendirdiği bir dijital bilinçdışı olarak çalışır.

Manosphere içinde dolaşan anlatılar, sıklıkla bir fallik bütünlük yanılsaması etrafında şekillenir. Erkekler birbirlerine “gerçek erkek” olmanın yollarını öğretir; sanki eksiksiz, tamamlanmış bir erkekliğe ulaşmak mümkünmüş gibi. Ancak Lacan’ın “gerçek” (le réel) kavramı bize hatırlatır ki, bu tür tamlık imgeleri aslında gerçekliğin değil, fantazmanın ürünüdür. Fantazma, özneyi kısa süreliğine bir bütünlük hissine ulaştırsa da, bilinçdışında kaydedilmiş olan eksiklik eninde sonunda yüzeye çıkar.

Manosphere’deki kadın düşmanlığı, işte tam da bu eksikliğin dışsallaştırılmış, nesneleştirilmiş ve ideolojik bir maskeyle sunulmuş halidir. Kadın, bu söylemlerde arzunun öznesi değil, öznenin kendi eksikliğiyle baş edebilmek için hedefe yerleştirdiği bir projeksiyon nesnesine dönüşür.

3. 80/20 Kuralı

“80/20 kuralı” denilen ve genellikle “kadınların yüzde 80’inin yalnızca en çekici yüzde 20’lik erkek grubunu tercih ettiği” şeklinde indirgenen düşünce, aslında erkeğin dışlanma deneyimini ve libidinal dünyasında oluşan değersizlik hissini rasyonelleştirme girişimidir. Bu düşünce biçimi, aşkı ve arzuyu niceliksel, matematiksel bir rekabete indirgerken; psikanalitik olarak bakıldığında, öznenin kendi arzusunun değil, Öteki’nin arzusunun nesnesi olamama acısına işaret eder. Erkek özne burada, öz değersizlik duygusuyla başa çıkamadığı noktada, kadınların seçimlerini suçlayarak bir tür savunma örgütler. Gerçekte yaşanan ise, arzunun simgesel düzeninden dışlanmış olmanın yarattığı kırılmadır.

4. Red Pill: Hakikatin Zorbalıkla Karıştırıldığı Bir Yanılsama

“Red pill” (kırmızı hap) kavramı, erkeklerin gerçek dünyaya “uyanması” gerektiği iddiasını taşır. Bu uyanış, çoğu zaman kadınların manipülatif, çıkarcı ve baskın figürler olduğu varsayımına dayanır. Psikanalitik açıdan değerlendirildiğinde, bu “uyanış” bir içgörüden çok, paranoid bir fantezinin dışavurumudur. Red pill ideolojisi, bireyin hayal kırıklığı, reddedilme ve başarısızlık gibi yaşantılarını dışsallaştırarak, suçu kadında veya toplumda aramasına olanak tanır. Lacan’ın deyimiyle, bu noktada özne, kendi eksikliğiyle yüzleşmek yerine, tüm suçu Öteki’ne atarak kendini korumaya çalışır. Bu tür savunmalar, kısa vadede rahatlama sağlasa da, gerçek anlamda bir dönüşüm ya da iyileşme getirmez.

netflix dizisi manosphere red pill kavramları görseli

Psikanalitik Açıdan İncel Kavramı ve Kadın Düşmanlığının Kökleri

Kadına yönelen aşağılama, değersizleştirme ve dışlama yalnızca toplumsal kodlarla açıklanabilecek bir önyargıdan ibaret değildir. Bu tutum, öznenin bilinçdışı düzeyde bastırdığı arzu, eksiklik ve korkuların dışavurumudur. Kadına duyulan öfke, çoğu zaman arzuyla el ele gider; reddedilmenin, ulaşamamanın ve yetersizlik hissinin psikanalitik yankısıdır. Freud ve Lacan’ın kuramları, bu çelişkili duygular dünyasını anlamlandırmak için güçlü bir mercek sunar.

a. Freud: Arzunun Kökeni ve Kastrasyon Korkusu

Freud’un Oedipus kompleksi çerçevesinde erkek çocuğu, gelişimin bir aşamasında annesine yönelttiği arzuyu, babanın otoritesini temsil eden yasa aracılığıyla bastırmak zorunda kalır. Bu bastırma süreci sağlıklı işlemediğinde, yetişkinlikte kadın figürüne karşı hem yoğun bir arzu hem de düşmanca bir tavır gelişebilir. Incel öznesinde bu çatışma belirgindir: Kadın, ulaşılması arzulanan ama erişilemez olan nesnedir. Bu erişememe hali, zamanla bir eksiklik duygusunu tetikler; eksiklik ise yerini öfkeye ve düşmanlığa bırakır.

Freud’a göre, erkek çocuk fallusa sahip olmanın verdiği bütünlük yanılsamasıyla büyür. Kadının fallustan yoksun olması, çocukta şu iki tepkiye yol açar:

Kastrasyon kaygısı: “Kadın eksiktir; ben de bu eksikliğe düşebilirim.”

Aşağılama: Bu kaygıyla başa çıkabilmek için kadın küçümsenir, eksik ve yetersiz bir varlık olarak konumlandırılır.

Bu dinamiklerde kadına yöneltilen küçümseyici tutum, aslında öznenin kendi eksikliğiyle yüzleşememesinden doğar. Şiddet, aşağılama ya da nefret; birer güç gösterisi değil, derin bir zayıflığın ve korunmasızlığın maskesidir. Arzu nesnesine yöneltilen öfke, öznenin kendi içinde çözemediği çatışmaların yansımasıdır.

b. Lacan: Öteki, Arzu ve Eksiklik

Lacan’a göre özne, daima eksik bir varlıktır ve bu eksikliği tamamlayacak olanı Öteki’nde, yani dış dünyada arar. Arzu, bu eksiklikten doğar; fakat hiçbir nesne, bu eksikliği gerçekten dolduramaz. Incel öznesi için kadın, bu eksikliği telafi edecek figür olarak yüklenir. Ancak kadın, bu boşluğu doldurmaz çünkü eksiklik kadında değil, öznenin kendisindedir.

Bu durumda kadın:

Ulaşılamadığında: Arzunun reddiyle nefretin hedefi olur.

Ulaşıldığında: Beklenen bütünlük sağlanmaz, ideal bozulur, hayal kırıklığı yaşanır.

Incel’ler için kadın hem fallusu taşıyan güçlü figür, hem de onu reddeden, arzuyu engelleyen Öteki'dir. Bu çifte konumlanış, kadını hem arzulanan hem de yok edilmek istenen bir nesneye dönüştürür.

Lacan’a göre kadın, simgesel düzende fallusun sahibi değilmiş gibi görülür; ancak tam da bu konumda, özne için güçlü bir arzu nesnesine dönüşür. Kadının bu çift anlamlı yapısı, öznenin zihninde bir gerilim yaratır. Erkek özne bu gerilimle başa çıkmak için kadını üç farklı pozisyonda konumlandırabilir:

İdealleştirme (Madonna Kompleksi): Saygı duyulur, ama arzu edilemez.

Aşağılama (Fahişe Kompleksi): Arzulanır, ama değersizdir.

Bölme (splitting): Bu iki duygunun bir arada varlığına tahammül edilemez.

Bu bölme mekanizması, öznenin kendi arzusu karşısında tehdit hissetmemesi için geliştirdiği savunmadır. Kadını ya tamamen arzu dışılaştırır ya da tümden nesneleştirir. Böylece karmaşık ve belirsizlik içeren duygusal bağlara gerek kalmaz; özne kendi arzusu karşısında daha güvenli hisseder.

Sosyal Medya Okuryazarlığı

Günümüzde dijital medya, bu bilinçdışı fantezilerin yeniden üretildiği ve yaygınlaştırıldığı güçlü bir araç haline gelmiştir. Adolescence dizisinin ortak yaratıcısı Stephen Graham’ın da vurguladığı gibi, bu konuda yalnızca bireyler değil; ebeveynler, eğitim sistemleri, topluluklar, hükümetler ve sosyal medya platformları da sorumludur.

Bu yüzden dijital okuryazarlık, çocukluktan itibaren hem okul müfredatının hem de ev ortamlarının bir parçası haline gelmelidir. Ebeveynler, çocuklarının dijital dünyasında hangi içeriklere maruz kaldığını anlamak için onların takip ettiği influencer ve trendleri takip etmeli; onları dinlemeli ve bu içerikler üzerine birlikte düşünebilmelidir. Yargılayıcı olmayan bir merakla kurulan bu ilişki, gençlerin dijital alanlarda karşılaştıkları zararlı ideolojilere karşı daha dirençli olmalarını sağlayabilir.

Kapatırken

İncel ve manosphere fenomenleri, psikanalitik açıdan yalnızca toplumsal bir sapma değil; arzunun, eksikliğin ve kimliğin travmatik biçimlerde inşasına dair derin bir içsel çarpışmanın dışavurumudur. Kadın düşmanlığı, arzunun doyumsuz doğasına, öznenin kendi eksikliğiyle yüzleşememesine ve bütünlük fantezisinin kırılganlığına yönelmiş bir öfkenin maskelenmiş halidir. Bu nedenle çözüm aynı zamanda arzunun yapısını, eksikliği ve Öteki’yle olan ilişkiyi anlamaya imkan tanıyan daha derin bir ruhsal çalışmada yatar. Tam da bu noktada, psikanalitik terapinin sunduğu içgörü alanı devreye girer.

Psikoterapi, bireyin bastırdığı arzularla, yüzleşmekten kaçındığı eksikliğiyle ve idealize ettiği fantezilerle konuşmaya başladığı bir sahnedir. Kişi burada, öfkesini yönelttiği dışsal nesnenin aslında içsel bir çatışmanın yansıması olduğunu fark eder. Bu farkındalık, yalnızca kadına yönelmiş şiddet ve nefretin değil; öznenin kendiyle kurduğu ilişkideki yabancılaşmanın da dönüşümüne kapı aralar.

Kaynakça

  1. Lacan, J. (1958). Seminar VI: Desire and its Interpretation
  2. Lacan, J. (1960). The Subversion of the Subject and the Dialectic of Desire in the Freudian Unconscious
  3. Freud, S. (1908). On the Sexual Theories of Children. In J. Strachey (Ed. & Trans.), The Standard Edition of the Complete Psychological Works of Sigmund Freud (Vol. 9, pp. 205–226). London: Hogarth Press.​
  4. Freud, S. (2021). Cinsellik Kuramı Üzerine Üç Deneme (Çev. Emre Kapkın). İstanbul: Metis Yayınları. (Orijinal eser 1905’te yayımlanmıştır.)
*Sitemizde bulunan yazılar tıbbi tavsiye içermez ve yalnızca farkındalık yaratmak amaçlıdır. Yazılardan yola çıkarak bir hastalık tanısı konulamaz. Hastalık tanısını yalnızca psikiyatri hekimleri koyabilir.

Daha iyi hissetmeye bugün başlayın

Siz de 850 bin mutlu danışanımız gibi hayatınızın kontrolünü elinize alın.

Başlayın